Gaz Lambası
Gaz lambası
Akşam olup da hava kararmaya başladığında, önce gaz lamabasını yakıp, sonra perdeleri kapatırdım. Sadece karanlıkta kalmamak için.
İyi hatırlıyorum, okuldan geldikten sonra pencerenin tam önündeki sedire yüzükoyun uzanıp, ödevlerimi yapmaya başlardım. Bir süre sonra satır çizgilerini görmekte güçlük çekince havanın iyice kararmaya başladığını anlardım. Kalkar, duvarda asılı gaz lambasını pencerenin içi dediğimiz kapısız dolap gibi duran yere koyar, camını çıkarırdım. Sadece lamba camı silmekte için kullandığımız eski tülbenti yerinden alır, camın içini nefesimle buharlaştırır, daha sonrada iyice pencereye yaklaşıp, hiç leke kalmayıncaya kadar silerdim. Sildikten sonra, lambanın fitilini, muhtar çakmağıyla rahatça yakabilecek kadar dışarı çıkartıp yakardım. Hemen sonra da, sönmeyecek kadar tekrar içeri çekip camı yerine yerleştirirdim. Çünkü kuvvetli fitil ışığı tam ısınmamış lamba camını patlatır, tecrübeyle sabittir. Sonra da lambayı çıkma dediğimi odamızı en
iyi aydınlatacak duvardaki çivisine geri asardım. Bir müddet sonra da, cam ısınmış olurdu ve fitili yukarı alev ve is vermeyecek kadar açardım.
İşte şimdi perdeler kapanabilir. Önce sağdakini sola doğru, sonra soldakini sağa doğru. Bu işler yapılıncaya kadar zaten hava da tamamen kararmış olurdu. Ak toprakla boyanmış odanın duvarları, gaz lambasının ışığıyla birleşince kasvetli bir soğukluk çökerdi evin içine. Belki bu nedenle işler bittikten sonra, tekrar ödevimin başına döndüğümde, kaldığım yerden başlamakta çok güçlük çekerdim. Sanki geçen o beş on dakikalık süre değildi, saatler günler öncesi bıraktığım yerdeymişim gibi yeniden başlamakta zorlanırdım. Ama çocuk aklı işte hiç düşünmedim bunun sebebini. Aslında sadece çocuk aklı değil ondan sonraki yıllar içinde de hiç düşünme gereği duymadım. Her gün yapılan çok basit bu işleri, hatırlamanın ne alemi vardı şimdi?
Geçenlerde yine düşünürken bu perde kapatma olayına farklı şekilde baktım. Aslında perdeler sadece ışıklar yandığında dışarıdan bakıldığında içerisi görülmemesi için değil, aynı zamanda bir zaman diliminin sona ermesini de işaret ediyordu. Gün bitiyor ve gece başlıyor. Bazen günler uzun oluyor, bazen geceler. Gün içinde yapılan şeyler sona eriyor, yaşam geceye dönüyor. Velhasılı uzun veya kısa, gün bitiyor perdeler kapanıyor.
İnsan yaşamı da böyle; görünen bir perdesi yok gibidir. Ama tül, kaput, keten veya başka bir kumaştan, belki stor, belki jaluzi de olsa perdesiz insan yaşamı yok gibidir. İnsan yeni bir döneme başladığım dediğinde, aslında gün doğmuştur. O gün içinde yaşanan yaşanır ve sona geldiğinde, tıpkı geceye gebenin son demlerinde güneşin çektiği acılar çekilir. İşte bu acı perdenin kapanma vaktini işaret eder. Bazen hava pusludur, karanlık çabuk çöker, bazen, güneş dingindir, direndikçe direnir. Bazen fırtına çıkmıştır gün batımına doğru, karanlıkla beraber yerle bir eder gündüzü. Bazen sağanak bir yağmur altında ıslanarak ayrılır aramızdan. Ama nasıl olursa olsun, gün batar perdeler iner.
Günün bitmesi ve perdelerin kapanmasıyla başlar içe dönük yaşam. Gün içindeki her ayrıntı dökülür saçılır ortaya. Koca gün ışığıyla göremediklerini görürsün kör lambanın ışığında. Gün ışığında mutlu olduğun bazı şeyler çöğür gibi batar adama. Gün ışığında çektiğin acı, kefareti gibidir bu körlüğün. Görüş mesafesi uzundur diye düşünürsün, aslında sıcak yakar gözlerini, önünü göremezsin. Hayalcilik, “çölde serap görmek”le niçin eş tutulur? Çünkü gün ışığı gözlerini örtmüş, nutkunu tutmuştur. Gün en çok çölde hissedilir ve bilinir ki, çölde en uzun yol günbatımından sonra alınır.
Bu nedenle gün ışığı aldatıcıdır. Gösterir puslu düşü, saklar katı gerçeği. Gün yaydığı ışığına boğulur. Oysa ay, karanlığa doğar, tıpkı perdesi çekilmiş odadaki gaz lambası gibi. Yerküreyi değil, bilinci ışıtır.
Günün kaybolma saatlerinin sarı hüznü neyse, yaşam içindeki perdelerin çekildiği an, yaşanan hesaplaşma aynıdır. Her ikisi de perdelerin kapanmasıyla başlayan yüzleşmedir. Ve bir süre insan hiç kimseyi görmek istemez o anlarında. Zayıflığın ve düşüşün en aymaz anlarıdır. Ve
bazen insan gün ışığında göremediklerini perdeler kapandıktan sonra görür. Terse yatırır insanı, kolay gibi olanlar zorlaşır, zormuş gibi görülenler kolaylaşır. Uzakta, çok uzakta zannettiğimiz yanıbaşımızdadır. Yanıbaşımızdaki, millerce uzaktatdır. Buluşulması imkansızı avuçlarımızda hissederiz, kaybedilmesi olanaksıza dokunmak mümkün olmaz.
Demlenmek ister…
Burada devreye girer, “gün doğmadan neler doğar” sabrı. Eğer geçmiş gün içinde yaşananlar, samimiyse, paylaştırabilmişse insana dair duyguları, perdeyi kapattıktan sonra bak istediğin kadar bardağın boş tarafına. İstediğin kadar kapris yap, istediğin kadar hiddetlen, istediğin kadar acı çek, perdeler kapandıktan sonra taşlar yerine oturacaktır. Önemli olan tüm bunları yeni gün doğmadan yapabilmektir.
Doğacak yeni günün sadece adı “yeni”dir. Dünden kalan tüm izleri taşımaya devam edecektir. Ummadığın kadar dikilecektir karşına, dünü
yıkıp attıysan. Beklemediği anda dünle ilgili başka gerçeklerle yüzleşir insan. Görmediği yaralarla karşılaşır, kan akmıştır oluk oluk, su diye içmişsindir kana kana. Dıştaki yara çabuk geçer, merhem yeter. İçteki yarayı ise görmek zordur, görünce de ağuşlanmak ister. Veya güneş doğsa bile, yeni gün bir daha doğmayabilir.
Uzun mu kısa mı, bilmiyorum, kış mı yaz mı bilmiyorum, yağmur mu poyraz mı bilmiyorum, perdeleri kapatırız ister istemez? Dönem “kış”sa
tek iyi tarafı, geceler uzun ve gün geç doğacak. Yağmurun seli, rüzgarın şiddeti yıkar döker biraz, ama arkasından toparlanır yine her şey. Viraj da aman aman bir viraj değilse, toplandı mı direksiyon, gidecek o kadar çok yol vardır ki?
Bugün artık, gün batmadan lambayı yakmayı bilerek yakıyorum. Yine karanlıkta kalmamak için. Gece ilerleyip de lamba fitili yandıkça, çıkarmak
gerek, aydınlık için. Ve gazı lambayı söndürmeden hazneye koymak marifettir.
Geceyi aydınlatmak için gaz lambası bile yeter, ki bunun ayı var, şafağa güneşi var…
Yazan : bebbuk kuşu
Son Yorumlar